Ahlak ve Evrimsel Kökeni -Bölüm 2

0
Bildergebnis für ahlak  
iyi ile kötü arasındaki sonsuz savaş, bireylerin etik değerleri ve ahlaki yargılarıyla yorumlanır. Charles Darwin sadece biyolojik evrimi değil, ahlakın evrimini de incelemişti. özellikle de bunun nereden geldiği ve neden böyle bir şeye sahip olduğumuz konusuna kafa yorarak. erdemlerimizin çoğunun kendimize değil, içinde yaşadığımız gruplara faydası olduğu gözleminden yola çıkıp şu sonuca vardı: "bir kabilede hatırı sayılır oranda cesur, inançlı ve anlayışlı üyeler varsa ve bunlar arasındaki bağ birbirlerini korumaya hazır olmalarını sağlıyorsa, bu kabile kendi içinde başarılı ve bütün olur. böylece diğer kabileleri fethetmeye hazırdır. bencil ve çekişmeli bir halksa birbirine tutunamayacağından birlik olmaz, etki yaratmaz."
Darwin'in vardığı sonuç grup seçilimine çıkıyordu. Ona karşı çıkanlar da ortaya farklı bir argüman sundu: "her koşulda grup içinde ortak çalışmayı sömürerek üstünleşmeye çalışan bireyler de olacaktır. öyleyse evrimsel açıdan belirgin bir fayda yarattığı söylenemez çünkü bireyler çoğunlukla grubun emeğini sömrerek daha fazla kazanç sağlar." Örneğin bir bakteri kolonisini ele alalım. Grup içindeki tüm bireyler beraber çalışmak üzere evrimleştiğinden birlikte büyüyüp gelişiyor. Belirli kırılma noktalarına ulaştıklarında boyutları iki katına çıkıyor, bölünüyor, nüfusu artırıyorlar. Ve sonra içlerinden bir tanesi mutasyona uğrayıp bencilce bir yol izlemeye başlıyor. Mutasyon nüfusa yavaş yavaş yayılıyor. Nihayetinde ortak çalışma tehdit altında. ve bencil genlere sahip olanlar her şeyi ele geçiriyor. Ama doğa, bu sorunu çözmek için de bir yol geliştirmiş; herkesi aynı tehditle yüzleştirmek. kendi içindeki çekişmeleri, böyle bir tehdit karşısında sonlandırıp bir arada kalabilen yapılara süper-organizma deniyor.

Bildergebnis für ahlak

ilkel atalarımızın da bu gücü farketmesi uzun sürmedi. Toplumsal varlıklara dönüşmeye başladıklarında ateşin etrafında toplanıp yemekelerini paylaştılar, ortak dilde birleştiler. Zamanla aynı inanç ve korkulara sahip oldular. elbette hiçbir zaman bakteriler kadar uyumlu olamadık. çünkü ortak çalışmanın gücüyle beraber, bencil bireyin gücünü de farketmiştik. sonra dinler ve siyaset ortaya çıktı. amerikalı yazar ve psikolog jonathan haidt, "siyaset biraz profan, biraz da kişisel çıkarlara hitap ediyor. ama o da tıpkı din gibi kutsallıkla ilgili. diğerleriyle bir araya gelip ahlaki değerleri takip ediyoruz. yani iyi ile kötü arasındaki o sonsuz savaşa dahil olup, hepimiz kendimizin iyi tarafta olduğuna inanıyoruz" diyor. ona göre, liberaller yeni tecrübelere muhafazakarlara oranla daha açık. yeniliklere açık olan insanlar çeşitlilik, değişiklik ve yeni fikirler peşinde. diğerleriyse kendi konfor alanlarından çıkmayı sevmiyor; daha tanıdık, güvenli ve değişmeyen şeyleri tercih ediyor.

Bu konudaki araştırmalarıyla tanınan ünlü psikolog rober mcrae de yaptığı çalışmalarla, liberal düşünceye yakın olanların ilerici, sol politik görüşlü, açık fikirli olduklarını ve dinamik bir toplum yapısı istediklerini, buna kapalı olanlarınsa gelenekçi bir tutum sergileyip sağ politik görüşü benimsediklerini ortaya koymuştu. bu karakter yapısı, insanların hangi gruplara neden katıldıklarına dair genel bir tablo ortaya koyuyor. peki kültürel ve ulusal farklar ya da din ve siyaset gibi hem birleştirici hem ayrıştırı olan sosyolojik olgular açısından değerlendirmeye devam ettiğimizde, hangi değerlerin doğru olduğunu, hangilerini kabul etmemiz gerektiğini nereden bileceğiz?

Akdi, yani kuralları belirlenmiş olan, hukukun herkes için eşit işlediği toplumlarda modern, yenilikçi, özgürlükçü ve yaratıcı bir yapıyla karşılaşırken, arı kovanına benzer otoriter rejimlerin buram buram feodalizm, faşizm ve ataerkillik koktuğunu hepimiz biliyoruz. Kovan örneğinde öne çıkarılan değer topluma katkı olarak görülse de aslında ilk tutumu benimsemiş olanlar barış içinde, huzurlu bir yaşam sürdürdükleri için, bireyler bu yaşama doğal bir sürecin parçası olarak, kendi istekleriyle katkıda bulunmaya başlıyor.

Jonathan haidt ve Craig Joseph'in yarattığı ahlak temelleri teorisine göre; konuya kültürlerin rolü ve evrimsel psikoloji açısında yaklaşılınca, kültürel ve disiplinler arası farklarımıza rağmen ortak bazı değerlere sahip olduğumuz görülüyor. Bu değerler, nereden geliyorsak ve kim olursak olalım, türümüzün tamamına özgü. bunların ilki dayanışma. Hepimizi diğerlerine bağlayan, onları önemseyip, özellikle zayıf ve incinebilir olanlara şefkat göstermemizi sağlayan karmaşık bir nöral ve hormonal programa sahibiz. teoriye göre bu temel kaynak, tüm ahlaki değerlerimizin %70'ini oluşturuyor. ikincisiyse iyilik yapmanın iyilik doğuracağını düşünme eğilimi. dinler için de temel kurallardan olan bu tutum, bazı toplumlarda zaten "altın kural" olarak tanınır. ama üç ülkede 7 binden fazla insanın katıldığı bir araştırma yürüten Haidt ve Joseph, genel görüşürn aksine, din ekseninde hareket etmeyen, kendini liberal olarak tanımlayan insanlarda altın kurala bağlılığın daha fazla olduğunu gördü. Araştırmanın sonuçları, özgürlükçü insanların daha ziyade bu iki temel ahlaki değer üzerinden hareket edip, diğer üç değere çok fazla bağlı kalmadığını göstermekte. sağ politik görüşe sahip bireylerinse beş temele de neredeyse eşit oranda bağlı oldukları görüldü.

Ähnliches Foto
Üçüncü ve dördüncü temeller, ait olunan grubun yapısını korumak için şekillenmiş. Bunların ilki grup içi sadakat, diğeriyse otoriteye saygı. teori, her bir grubun var oluş amacının kökenine inersek, orada mutlaka diğer gruplarla yürütülen savaş için bir araya geldiğimiz gerçeğiyle karşılaşacağımızı söylüyor. buna kabile psikolojisi deniyor. en eski güdülerimizi kabile içinde sınıyoruz ve bunu yaparken de onun keyif verici, eğlenceli tarafından faydalanıyoruz. Ama kabile yaşamının koşullarından biri de otoriteye saygı. insanlardaki otorite ilişkisi, diğer primatlarda olduğu gibi fiziksel güçle sınırlı değil. bunu istemli katılım ve kimi zaman da sevgi bağıyla kuruyoruz.

Ahlakın beşinci ve son temeli ise bozulmamışlık, yani saflık üzerine kurulu. Jonathan Haidt, politik sağa bakınca bunun ağırlıklı olarak seksle yorumlandığını, politik soldaysa doğaya saygı ve beslenme biçimleriyle ilgili bir yorumlama göreceğimizi söylüyor. Örneğin vegan besleme de ahlaki bir seçim. Hatta kimi zaman zen budizmine özgü bir tutuma kayıyor. "ne yersen o'sun" felsefesine göre yaşıyor, sadece doğadan gelen işlenmemiş yiyeceklerle besleniyoruz. Sonuçta bu beşinci temel, zihnimize ve vücudumuza neyin girdiği ya da değdiğiyle ilgili fikirlerin bütününe dönüşüyor.

Son üç temelde hem topluluk içi bağlılık hem de diğer topluluklara karşı kurulan bir birlik görüyoruz. otoriteyle gelen hiyerarşi ve saflığın dinsel kutsanmışlık olarak addedilmesi, tehlikeli psikolojik sistemleri işaret edebilir. örneğin faşizm, ırkçılık ve homofobiye baktığımızda benzer topluluk yapılarında ortaya çıktıklarını görebiliriz. tabii ki tüm insanlar sadece bu iki grupla temsil ediliyor değil. zira muhafazakar sol ve özgürlükçü sağ gibi siyasi duruşlar da var. ancak dünya geneline baktığımızda asıl çekişmenin seküler liberaller ve din ekseninden dışarı taşmayan muhafazakarlar arasında olduğu da aşikar.

hangisi daha güvenilir; mantık mı duygular mı?

Hem psikoloji hem de nöroloji alanında uzmanlaşmış olan antonio damasio, 1994'te yayınladığı Descartes'in yanılgısı adlı kitabında, ahlakın aslında nörolojik temellerle şekillendiğini fmrı kullanarak yaptığı deneyler üzerinden kanıtldı. ahlaki ya da mantıksal seçimlerimizde kullandığımız nöral patikalar yakından izlendiğinde alın korteksindeki duygusal işlem merkezlerine erişiyoruz. dünyaca ünlü psikolog ve primatalog frans de waal'in aynı yıllarda çıkan, primatlara odaklanarak ahlaki değerlerimizi sorgulayan kitabı good natured (iyi huylu) ise ilkine ek olarak, insan ahlakının temel yapı taşlarının diğer primatlarda da görüldüğünü ortaya koymuştu. waal, bunun doğal seçilimin bir ürünü olduğunu söylüyor, primatların sosyal yaşamına katkıda bulunduğunu çarpıcı örneklerle açıklıyordu. bu iki çalışma, farkında olmadan yarattığımız süreçlerin davranışlarımızı etkilediğini ortaya çıkarmakla kalmadı, ahlaki değer ve yargılarımızı da biçimlendirdiğini gösterdi.

Takip eden yıllarda bu kuramları sınamak isteyen bilim insanları, yaptıkları deneylerde, ahlaki bakış açımızı mantığın ya da doğru olarak kabul ettiğimiz şeylerin değil, duyguların şekillendirdiğini gördüler. ilgi çeken örneklerden biri şuydu: insanlara, içinde kimseye zarar verilmeyen fakat tiksindirici ya da itici bulacakları kısa bir hikayeyle ilgili fikirleri sorulduğunda, ezici çoğunluk duygusal bir seçim yaparak, mantıksal süreci hiç devreye sokmadan karar veriyor. Örneğin köpeklerini trafik kazasında kaybeden bir aile, akşam yemeğinde onu yemek istiyor diyelim. Ne kadar itici ve irkiltici bir durum gibi görünse de düşününce aslında kimseye zarar vermediklerini görüyoruz. liberal bakış açısına sahip olanlar hariç, teste tabi olan herkes bunun yanlış olduğunu öne sürdü. onlarsa tiksinme duygularını bastırıp düşünmeyi tercih ettiler ve ailenin yaşama zarar vermediğini, ne isterlerse onu yapabileceğini söylediler.

Araştırmaların vardığı bir diğer sonuç da şu: mantığı, genelde olması gerektiği gibi, yani düşüncelerimizi kanıtlarla güçlendirerek sunmak için değil, çoğunlukla sahip olduğumuz yargıları savunmak amacıyla kullanıyoruz. beyin görüntüleme araştırmaları, yargılarımızdan doğan yaklaşımın mantıksal süreci kullanmadan dışarı vurulduğunu gösterdi. Bu içgüdüsel ve hazır yaklaşımları bir tarafa itip mantıksal süreci harekete geçirerek düşünenlerin beyninde, diğerlerine oranla çok daha fazla işlem gerçekleşiyor. Diğer bir deyişle, duygusal kayıtları kullanıp hazırdaki cevabı vermek değil de, gerçekten ahlaki bir seçim yapmak istiyorsak, beynimizde muazzam bir hesaplama yapmamız ve bu işleme gerçekten olağanüstü seviyede enerji harcamamız gerek. ama mantıksal sürece başvuruyorsak bile, örneğin antipati duyguğumuz bir politikacının fikirlerini sorgularken, kardeşimizle fikir ayrılığına düştüğümüzde kullandığımız nöral yolları kullanmıyoruz. Birinde karşısında olduğumuz bir davaya hazırlanıyormuşçasına savunmaya geçip onu çürütmeye çalışırken, diğerinde mantığın doğal akışı üzerinden çıkarım yapmaya meyilliyiz. jonathan haidt "karşı karşıya olduğumuz bir fikir ayrılığında içimizden yükselen ses bir şeyler öne sürmeye çalışıyorsa son derece ateşli bir tartışmaya girebiliriz. çünkü onda, farkında olsak da olmasak da bir çıkar ya da kazanç söz konusu. ama bir ön yargımız yoksa tarafsızca mantık yürütmeye başlıyoruz." diyor.

Bildergebnis für ahlak

 ikili süreç

Harvard Üniversitesi bilişsel sinirbilim ve psikoloji profesörü Joshua D. Greene, ahlaki değer ve yargılar konusunda tıpkı bir fotoğraf makinası gibi, hem önceden kayıtlı otomatik ayarlara hem de manuel ayarlara sahibiz diyor; "ilki hızlı ve verimli bir sonuç almak için son derece önemli. çoğunukla da işe yarar çünkü kamerayı nereye isterseniz ona çevirir ve hemen çekim yaparsınız. ikincisiyse o kadar verimli bir yöntem değil ama daha esnek davranıp yaratıcı olmak istiyorsak bir noktadan sonra otomatik ayardan çıkıp, makinanın ayarlarını elle yapmaya başlamamız lazım. tabii bunun için ne yaptığınızı biliyor olmalısınız." Greene'e göre, bu iki ayarı bir arada kullanmamız mümkün. hatta bunu hep yapıyoruz. birinin diğerinden daha iyi olduğunu da söyleyemeyiz diyor ve buna "ikili süreç" adını veriyor. "nasıl ki fotoğraf makinesinin otomatik ayarının ya da diğerinin daha iyi çekim yapacağını iddia edemiyorsak, ahlak söz konusu olduğunda da anlık duygusal yargılar ve mantıksal çıkarımlar arasında bir değerlendirme yapıp, birinin diğerinden daha doğru olduğunu söyleyemeyiz. Duruma göre birini ya da diğerini kullanmak daha doğru olabilir."

Otomatik, yani duygusal tepkiler, özellikle eğitimli olduğumuz durumlarda hızlı karar vermemizi sağlar. daha önce de karşılaştığımız, çözümün ne olduğunu bildiğimiz bu durumlar genelde yeniden yaratıcı bir çözüm üretmemizi gerektirmez. ilk seferinde ahlaki açıdan doğru bir karar verebilmişsek, koşullar değişmedikçe ikincisinde de verebiliriz. Ancak yeni bir sorunla karşı karşıyaysak bu konuda deneyimimiz olmadığı için mantıksal süreci devreye sokup en uygun çözümü geliştirmeye odaklanmak daha iyi sonuç almamızı sağlıyor.

Greene, öncül tepkilerimizin de bir biyolojik süreç olduğunu, bunu duygular olarak dışa vurduğumuzu hatırlatyor. örneğin, avcıdan korkmak her hayvanın içgüdüsel olarak verdiği bir tepki. ama bu aynı zamanda biyolojik ve evrimsel yaklaşımda, deneyim yoluyla öğrenip hayatta kalmak anlamına geliyor. böyle bir içgüdünün var olma sebebi bile sürünün bazı bireylerinin kaçamadıklarında yenilgiye uğradığına tanıklık etmiş olmamız. Dolayısıyla avcıyla karşılaştığımız anda otomatik tepki vermek çok daha zekice bir yaklaşım. ama aynı yöntemi biyolojik olarak kodlanmadığımız bazı durumlarda da kullanabiliyoruz. örneğin kültürel ve bireysel deneyimlerden elde ettiğimiz sonuçlara güvenerek içgüdüsel tepkiler vermek de yaşamsal öneme sahip oabilir. hayatımızda bir tek nazi ile karşı karşıya gelmemiş olsak da kültürel olarak böyle bir karşılaşma anında olumsuz duygusal tepki vermeye kodlandık. birçoğumuzun ünlü millgram deneyi ile tanıdığı yale üniversitesi psikoloğu stanley millgram, nazilere verdiğimiz duygusal tepkileri ölçmek için bir deney tasarlamıştı. Zarfların içine para koyarak üniversite çevresindeki sokaklara rastgele bıraktı. Merak ettiği, kaç tanesinin alınacağıydı. zarfın üzerinde hiçbir şey yazmıyorsa ya da tanımadıkları birinin adı yazıyorsa yarısının, bunlarla karşılaşan insanlar tarafından hemen alındığı görüldü. Ama üstünde "nazi partisi dostları" yazan zarfları kimse almak istemedi. sonuçta biyolojik, kültürel ve bireysel deneyimler otomatik ayarlarımızı geliştirerek duruma en uygun ve en hızlı tepkiyi vermemize yardımcı oluyor.

Diğer taraftan, sahip olduğumuz yeni teknolojilerin yol açtığı olumsuz sonuçlarla baş etme konusunda iç güdüsel tepkilere baş vuramayız. sözgelimi, tarih kayıtlarımızda insan kaynaklı küresel ısınma karşısında nasıl bir tutum sergilememiz gerektiği yazmıyor. Benzer şekilde, farklı insan grupları, kültürel, siyasi ve dini görüşlerini, birbirlerine zıt ahlaki değerleri karşı karşıya getirip çarpıştırıyor olabilir. Böyle bir durumda otomatik ayarlarımızla yanıt vermek çözümden çok sorun üretmemize sebep oluyor. çünkü yaratıcı düşünmeyi tamamen devre dışı bırakıyoruz.

"Aslında meselenin kökeni doğru ve yanlışta değil, üstünde biraz daha düşünürsek bireylerin haklarında yatıyor" diyor greene; "örneğin fetüsün hayatta kalma hakkının yanısıra, bir kadının kendi seçimlerini yapma hakkı. Beğenelim ya da beğenmeyelim, tüm bu haklar manuel ayarlarımızı kullanıp bilişsel bir çaba gösterdiğimizde anlaşılabilir. aynı zamanda şu anlamı da taşıyor; doğuştan kazanılmış olmayan hiçbir hakkın kendi başına bağımsız bir gerçek olduğunu iddia edemeyiz. yani olayları ve durumları nasıl yorumladığımıza göre değişir. işte anlaşılmazlığın asıl sebebi de bu."

Ähnliches Foto  

Değerleri evrenselleştirme çabası

Amerikalı bilim tarihçisi ve yazar michael shermer "ilkel atalarımız iyiyle kötüyü ayırt edebilmek için duygularının yanısıra ahlaki tutum da geliştirerek evrimleştiler." diyor ve din ile siyasetin ortaya çıkışını şöyle tanımlıyor; "bu tutumları grup içi yaşam ve gruplar arası yaşam arasında bir gerginlik yarattı. kendi gruplarındaki bireylerle işbirliği yaparken, yabancılara karşı düşmanlık beslediler. takip eden 10 bin yıl içinde kimi topluluklar büyüdü, gelişti ve yayıldı. sonunda bu geniş toplumlardaki işbirliği kurallarının bir sisteme bağlanıp uygulamaya geçirilmesi gerekiyordu. ve iki sosyal kurum ortaya çıktı. Din ile devlet." Shermer'a göre artık yeni bir devre adım attık. o, bunu aydınlanma ve bilimsel devrim olarak adlandırıyor. mantık ve bilimin ahlaki değer ve yargılarımızı belirleyecek asıl faktörler olduğunu söyleyen yazar, ahlaki tutum açısından bir üst basamağa ancak bu iki gücü kullanarak ulaşabileceğimizi söylüyor.

Ateizmin savunucularından biri olarak anılan nörolog ve yazar Sam Harris "ahlak konusunu irdelerken önce insanların ahlaka sığınarak neler yapabildiklerine bir bakmalıyız." diyor. Dünyaya göz attığımızda farklı kültürlerin etkisindeki bireylerin birbirinden farklı davranış modellerine sahip olduğunu, kuralların da bunlara göre değiştiğini görüyoruz. ama ahlakın duygusal, evrimsel ve psikolojik etkilerini tüm bu değişkenler çerçevesinde incelemek istiyorsak bilimi kullanmamız şart. harris'e göre asıl soru bunu nasıl yapacağımız; "önceliğimiz, ahlakı kendi çıkarlarına göre tanımlayıp başkalarına zarar veren şeyler yapan insanları eğitmek olmalı. çünkü değer verdiğimiz her şeye karşı bir risk oluşturuyorlar. yaşanabilir, küresel bir medeniyet kurmak için aynı değerler etrafında birleşmeliyiz."

Ähnliches Foto
Harris, evrensel ahlaki duruş için doğru düşünebilen, iyi niyetli, iyi bir eğitimden geçmiş yaratıcı insanların örnek alınması gerektiğini düşünenlerden. Yani bilim insanları, aydınlar, sanatçılar gibi fikir ve kavram üretebilen, açık görüşlü, tarafsız bireylerin çalışmalarından yola çıkmamızı tavsiye ediyor. ve nihayetinde dikkate almamız gereken etik değerlerin de tüm insanlığın yararına olan, insani gelişimin yolunu tıkamayanlar olması gerektiğini söylüyor. Harris'in hümanist yaklaşımı genelde yanlış yorumlansa da aslında temelde önerdiği şey çok basit: ahlak, insanların yaşam kalitesini belirleyen bir ölçüt olduğuna göre, başkalarının yaşam kalitesi ve refah düzeylerini olumsuz etkileyen değerleri gözden geçirmeliyiz.

Cornell üniversitesi psiologlarından david pizarro'nun araştırmaları, toplumda sevilmeyen insanların zamanla kendi tutumlarını haklı çıkarmak için kendilerine özgü etik değerler seçtiklerini, politik açıdan muhafazakar görüşü benimseyenlerinkine benzer bir ahlaki tutum geliştirdiklerini gösterdi. örneğin eşcinsellik ve kürtaj gibi konularda öncesinde tarafsız kalmışlarsa bile toplumun nefreti ya da dışlayıcı tutumu karşısında bunlara karşı öfke duymaya başlıyorlar. pizarro bunu şöyle yorumluyor; "toplumun size yönelttiği duygusal tepkiler, hangi etik tutumun daha iyi hangisinin daha kötü olduğu konusunda bir seçim yapmanızla sonuçlanıyor. bu duygusal tepkiyle baş etmek ne kadar güç olursa, kişinin kendisini mevcut tepkiye kapatarak diğer yönü seçmesi de o kadar kaçınılmaz olur." pizarro, bir şeyin inandığımız, içselleştirdiğimiz değerlere ters düşmesi durumunda çok yorucu bir zihinsel sürece girdiğimizi, içinden çıkamadığımızdaysa bizi haklı çıkaracak kanıtların peşinden koşma eğiliminde olduğumuzu gösteriyor. bunun için kullandığı örnek hiroşima'ya atılan atom bombası. o yıllarda amerikalıların büyük bölümü bombanın savaşı sonlandırarak daha fazla insanın ölme ihtimalini ortadan kaldırdığını savunup içsel bir hesaplaşmadan kaçınıyordu. böyle düşünenlerin, bunun bir insanlık usçu olduğunu kabul etmeleri için uzun yıllar boyunca sebeplerinin dile getirilmesi gerekti. yani bombanın savaşı sonlandırdığı gerçeğinden yola çıkan ahlaki tutum zaman içinde değişti ve "sonuçlar, onlara ulaşmak için kullanılan yolları caiz kılmaz" sözüne varıldı. bu çarpıcı örnek koşulların değişmesiyle birlikte etik ve ahlaki tutumlarımızın da değişebildiğini gösteriyor. öyleyse evrensel ahlak kuralları diye bir şeyden bahsedebilir miyiz?

iyi olmak için doğuyoruz

Yazdığı kitaplarla günümüzün en ünlü psikologlarından birine dönüşen sosyal psikoloji uzmanı Roy Baumeister ise ahlak konusunda doğa ve kültürün karşı karşıya geldiğini söylüyor. Bir arada çalışmanın bir yolunu bulmuşlar gibi görünse de, ona göre doğa beynimizin çalışma mekanizmasından genlerimize kadar bireysel bencillikle çalışmaya yönelik bir ayar yapmış gibi. bu tabii ki bireylerin doğaları gereği bencil olacakları anlamına gelmiyor. yine de onun doğal bencillik olarak tanımladığı şey, içinde yaşanan toplumun yasalarına pek uygun bir şey değil. toplumun bunu dizginlemek için bizlerden sürekli taleplerde bulunduğunu söylüyor. "başkalarıyla iyi geçinmemiz ve hatta kendimize zarar verecek olsak da topluluğumuzun ayakta kalması adına işbirliği içinde olmamız beklenir. Sistemin çalışması için verdiğiniz sözleri tutmalı, sıranızı beklemeli, vergi ödemeli, hayatlarını riske attığınızı bile bile çocuklarınızı askere göndermelisiniz. Bu beklentilerin çoğu biyolojik doğamıza aykırı. ancak bunlar ahlaklı bireyin yapması gerekenler listesinde. Aslında yaptığımız tek şey sistemin işlemesine engel olmamak. sonuçta sistem çalıştığı sürece herkesin uzun vadede bundan çıkar sağladığını da unutmamalıyız."

Biyolojik açıdan bireysel davranmaya programlı olabiliriz ama bilim insanları, empati kurmaya doğuştan meyilli olduğumuzu söylüyor. bebekler üzerinde defalarca yapılan deneylerde bu gücün çok erken yaşlarda devreye girdiği görüldü. örneğin, başka bebeklerin ağlama sesini duyduklarında kendileri de ağlamaya başlıyorlar. Dahası, yanlarındaki bir yetişkin acı içindeyse bunu da farkedip rahatsızlık ve endişe duymaya başladıkları tespit edildi. Araştırmalar, hareket etmeye ve yürümeye başlayan bebeklerin, acı çeken bir yetişkini teselli etmek için bildikleri tüm yöntemleri kullandığını gösteriyor. ona dokunuyor, kendilerine yapıldığı gibi sevgiyle okşuyor, sarılıyor ve sevdikleri bir oyuncaklarını uzatıyorlar.

Bildergebnis für ahlak bebek

Yale üniversitesi psikoloji profesörü Paul Bloom ve çocuk psikolojisi uzmanı Karen Wynn bebekler üzerinde yaptıkları deneylerde, empati kurma yeteneğinin bilişsel kökenlerine odaklandılar. Kuklalarla canlandırma yöntemini kullanarak 19 aylık bebeklere, içinde bazen iyi bazen de kötü bir karakterin yer aldığı oyunlar izlettiklerinde, yetişkinler kadar doğru tespit yapabildikleri anlaşıldı. Örneğin oyuncaklardan birinde, karakterlerden biri yüksekte bulunan bir şeye uzanmaya çalışıyor, bunu başaramayınca sahneye sonradan dahil olan başka biri ona yardımcı olup erişemediği oyuncağı alarak uzatıyor. Başka bir tanesindeyse top oynayan kuklalardan biri topu diğerine atmak yerine alıp kaçıyor. Bebeklerin hepsi topu alıp kaçanın oyunbozan, yardımcı olanınsa iyi iyetli olduğunu ayırt edebildi. araştırmacılar benzer deneyleri altı aylık bebeklere uyarladığında, aynı tutarlılıkla iyi ve kötü karakterleri tespit edebildiklerini gördüler. hatta oyunlar iyi ve kötü yerine, iyi ve tarafsız olarak farklı karakterlerle denendiğinde bile kötüdense tarafsızı, tarafsızdansa iyiyi seçtikleri görüldü.

Bildergebnis für ahlak bebek

Peki bu deneyler ahlakın kodlarımızda yazılı olduğunu, bu tutuma içgüdüsel sahip olduğumuzu göstermeye yeter mi? tabii ki hayır ama dolaylı ve yorumlanması gereken bir cevap elde ettiğimizi söyleyebiliriz. her şeyden önce şunu açıkça gösteriyor: dünyayla ilişkisi yeni gelişmeye başlamış bebekler bile olumlu ve olumsuz karakterler arasındaki farkı biliyor, seçimlerini buna göre yapıyorlar. Bloom böyle bir seçimin ahlaki tutuma eşdeğer olduğunu, hatta yaşamla ilgili öğrendiğimiz ilk şeylerden biri olarak tüm hayatımızı etkileme gücü bulunduğunu söylüyor; "etik kavramların bu kadar erken gelişiyor oluşu, ahlaki duruşumuzun da yaşama adım atmamızla birlikte şekillenmeye başladığını işaret ediyor. iyi olmak için doğuyoruz. yetişkinlerde bu sevecenliğin azaldığını görüyorsak, bunda kültür ve toplumların yoldan çıkarıcı, yıkıcı etkileri rol oynuyor. beyinlerimiz doğal seçilimle gelişti. bu da demek oluyor ki kişiliğin tümünü şekillendiren temel etken, genetik olarak devraldığımız bir özellikle, başarısı kanıtlanmış genlerle ortaya çıktı."

Liberallerle muhafazakarlar arasındaki keskin fark

Amerika'da gerçekleştirilen bir araştırmada siyaset bilimciler Shanto Iyengar ve Sean Westwood Amerikan halkının hangi alt gruplara daha fazla önem verdiğini anlamak için ırk, cinsiyet, din ve siyasi parti (ideoloji) seçeneklerini gönüllülere zekice hazırlanmış bir test olarak sundu. Amaçları, hangi gruplardaki insanlara karşı önyargı beslediklerini görmekti. teste girenlerin büyük çoğunluğu kendi ideolojisini paylaşan insanlarla bir ara olmayı tercih etti. Ama bu, ırk, cinsiyet ve din konusundaki önyargılarını eledikleri anlamına gelmiyor. Araştırmanın sonucu, tüm bu konularda önyargılı olduğumuzu ama ideolojilerimiz konusundaki önyargımızın geçmiş yıllara oranla yükselişe geçtiğini gösteriyor. Buna sıradan bir önyargı deyip geçemeyiz. zira farklı ideolojilere sahip insanlardan uzak durmakla kalmıyor, onları ulusun bütünlüğü için bir tehdit olarak da görüyoruz. Jonathan Haidt, "bunu tüm dünya için bir tehlike sinyali olarak görmeliyiz. çünkü Amerika'da yükselişte olan bu eğilim diğer bazı ülkelerde de açıkça görülebiliyor" diyor.

David Pizzaro ahlaki tutumumuzu yönlendiren güdülere odaklanarak, liberaller ve muhafazakarları harekete geçiren güdüleri de araştırdı. bunun için "tramvay ikilemi" adlı psikolojik testi geliştirerek farklı bir şekilde uyguladı. Fren yapamayan tramvay beş kişinin bulunduğu yere doğru hızla yol alıyor. tramvayı durdurmanın tek yolu var; az ilerideki iri kıyım adamı önüne itmek. bir kişiyi gözden çıkarıp beş kişiyi kurtarabilirsiniz ama seçim tamamen size kalmış. teste giren insanların ezici çoğunluğu adamı raylara itmeyi, birini kasten öldürmekle eşleştirdiği için hiçbir şey yapmamayı tercih ediyor. Pizzaro'nun yaptığı değişiklik bu adama bir isim vermek oldu. ilk gruba verilen isim özellikle siyahi ırktan seçildi. ikincisiyse beyazların kullandığı bir isimdi. test öncesinde, tüm gönüllülerin siyasi yönelimleri de tespit edildi. sonuçlar şunu gösteriyor: liberaller beyaz adamı raylara itme konusunda daha rahatken, muhafazakarlar siyahiyi itmeyi tercih ediyor. Bu, muhafazakarların daha ırkçı olabileceğini işaret ediyor ama liberallerin neden beyaz adamı seçtiğini de açıklayamıyor. bunun sebebini anlamak isteyen pizzaro başka testler de hazırladı ve gördü ki liberaller de durumu iyice değerlendirmeden, sonunda kendileri zarar görecek olsalar bile koşullar ne olursa olsun ezilen tarafı koruma eğilimindeler. araştırmacı deneyin sonuçlarını şöyle özetliyor: "muhafazakarların sonuca odaklanıp ona ulaşan tüm yolları ahlaki açıdan kabullendiklerini ve bu tutumlarını haklı çıkaracak sebepleri dile getirdiklerini gördük. masum insanların öldüğü senaryolarda da bu değişmedi. Ama masum insanlar ırk, ulus ya da din açısından kendi taraflarında yer alıyorsa seçimleri değişti. Liberallerse, daha fazla insanı kurtarabilmek için illa birini öldürmek gerekiyorsa kendilerinden olanı feda etmeyi tercih ettiler."

Bildergebnis für ahlak

Politik duruşumuzu bile genler mi belirliyor?

Siyaset bilimi uzmanı ve tıbbi genetik profesörü James Fowler, "oy kullanma analizleri gösteriyor ki modern demokratik devletlerin çalışma mekanizması bile mantıksal değil. ekonomistler oyların mantıksızlığı yansıttığını dile getiriyor. çünkü sayıca üstünlük kazanmışbir grup, başka grupların tercihlerini ihlal etmekte." diyor. Fowler genetik konusundaki uzmanlığını kullanarak, genlerimizin politik görüşlerimizi etkileyip etkilemediğini de görmek istedi. Bunun için öncelikle sosyal hayatımızı yönlendirdiği bilineen serotonin ve dopamin hormonlarına odaklandı.

Siyasi fenotipleri genlerle ilişkilendirme araştırmalarının ilkinde, serotonin üretiminde rol oynayan 5htt adlı genin dini görüşlerde belirgin bir fark yaratabildiği anlaşıldı. Diğer bir araştırmada, farklı siyasi görüşleri savunan insanların, dopamin algılayıcı genlerden drd2'nin farklı varyantına sahip oldukları görüldü. araştırmalara devam edildikçe, liberal yaklaşımın drd4 adlı genle ilişkisi olduğu, bu genin yenilik arayışı ve bazen de anti sosyal eğilimlere sebep olabildiği fark edildi. örneğin maceracı ve özgür ruhlar olarak tanımladığımız dağcıların, özellikle de tek başlarına tırmanmayı tercih edenlerin birçoğunda bu gen varyantı aktif durumda oluyor. Fowler, "gördük ki genin bu varyantına sahip insanların ergenlik çağında ne kadar çok arkadaşı olmuşsa, yani ne kadar sosyalleşmişlerse yetişkinlikte liberal görüşe yatkınlıkları o oranda artıyor. Ama drd4'ün bu varyantına sahip olmayanlarda benzer bir bağlantıya rastlamadık."

Fowler'ın çalışmaları, genler ve ideolojik kimlikler arasındaki bağlantıyı gözler önüne seren ilk araştırmaydı. belki ilerleyen yıllarda bu araştırmaların sayısı arttıkça, bizi liberal ya da muhafazakar yapan şeyin nörolojik ve genetik kökenlerini daha net görebiliriz. Anlaşılan o ki ahlaki çatışmalarımızı çözebilmek için önce insan doğasının gerçeklerine bakmakta fayda var. tabii ki bir parçası olduğumuz toplumun da bu konuda çok byük bir rol oynadığı ortada. bazı kusurlarımız toplum tarafından kabul görebilir. bir de ahlaksızlık olarak üstümüze yapıştırılıp, mantıksal açıdan incelendiğinde bireylerin temel hak ve özgürlüklerini tehdit ediyor olanlar var. Belki de öncelikle kendi etik değerlerimizi topluma yansıtırken herkesin bize benzemek zorunda olmadığını hatırlamalı, yaşama renk katan farklara saygı göstermeyi denemeliyiz.

 
Kaynaklar,
1.Popular scıence-eylül 2016, 53. sayı 
2.Video Youtube altyazi -evrimagaci -https://www.youtube.com/watch?v=RPMMdqQ31fU
Tags

Yorum Gönder

0 Yorumlar
* Please Don't Spam Here. All the Comments are Reviewed by Admin.
Yorum Gönder (0)
Our website uses cookies to enhance your experience. Learn More
Accept !