Kendinden OluÅŸum “Spontane Jenerasyon”ile karıştırılmaması gerekir.(bugün yanlış olduÄŸunu bildiÄŸimiz bir fikir olan, canlıların
cansızlardan hiçbir kimyasal evrim geçirmeden, birden bire ortaya
çıkıvermesi: karıncaların oluşumuna şekerin neden olması düşüncesi
gibi)
Günümüzün ve günümüzden önceki zamanların en büyük ve en çok ilgi
çeken sorusudur: Hayat nasıl başladı? Bunun cevabını öğrenmek için
birçok öngörüler, gözlemler ve deneyler yapılmıştır. Çeşitli görüşler
öne sürülüp çürütülmüş, bazıları ise deneyler ile desteklenip
ilerletilmiştir. Kimileri çıkıp tesadüf demiştir, kimileri ise tüm bu
olup biteni kutsal bir varlığın yaratışına atfetmiştir.Abiyogenez ve Biyogenez
Evrim savunucularına veyahut evrimi kabul eden bireylere sorulan en büyük hatalı ve cehalet içeren soru ”Ä°lk canlı nasıl oluÅŸtu?” sorusudur. Evrim, ilk canlının nasıl oluÅŸtuÄŸundan ziyade, canlılığın ve yaÅŸamın nasıl ÅŸekillenip deÄŸiÅŸime uÄŸraması ile ilgilenir. Bir türün farklı bir türe nesiller içerisindeki deÄŸiÅŸimi ile ilgilenir. Dolayısıyla, eÄŸer evrim savunucusu iseniz ve size bu ÅŸekilde bir soru yönlendirilmiÅŸse, artık cevabını biliyorsunuz. Evrim Teorisi farklı, Abiyogenez Teorisi farklıdır.
Dünya üzerinde uzun yıllar boyunca Spontaneous Generasyon (kendiliÄŸinden oluÅŸma) düşüncesi hüküm sürüyordu. Ancak elbette bu durum ile abiyogenez arasında farklı bir çizgi vardır. Spotaneous generasyon denilen olay, pis bir ÅŸeyin üzerinde toplanan sinek örneÄŸi gibidir. Durum böyle olunca, o pis ÅŸeyden sinekler oluÅŸtuÄŸunu düşünürdü insanlar. Bu düşünce Pasteur’ün deneyine kadar devam etti. Deney ÅŸu ÅŸekildeydi: Ä°ki tüpün içerisine de et koyup kaynatılır. Tüplerden bir tanesinin üzeri açık bir diÄŸerinin kapalıdır. Bir süre sonra açık olan tüpte mikroorganizmalar oluÅŸmaya baÅŸlar. Kapalı olanda ise bu tip bir durum gözlenmez. Bu deney sonucunda kendiliÄŸinden oluÅŸma düşüncesi tamamıyla elenmiÅŸtir. Peki canlı oluÅŸabilmesi için canlı bulunması gerekiyorsa (biyogenez) ilk organizma nasıl oluÅŸmuÅŸtur? Biyogenezin de pek mümkün olmaması durumu abiyogeneze kanıt oluÅŸturmasa da Dünya’nın ilk durumunu göz önünde bulundurursak, birçok ÅŸey daha farklıydı.
Hadean Dönemi’ne gidelim. GüneÅŸ sistemi
büyük bir kaos içerisinde ve fazladan gezegenler bulunmakta. Dünya’nın
atmosferi neredeyse yok diyebileceÄŸimiz bir ÅŸekilde, hatta yok. Dünya’ya
çarpan Thea adındaki bir göktaşı yüzünden Dünya’nın tahmini sıcaklığı
500 santigrat civarlarında. Birkaç bin yıl içerisinde sıcaklık 250
dereceye düşüyor. Atmosferde yoğun halde gaz halinde su bulunuyor ve
ilerleyen zamanlarda yeraltından yüzeye çıkan karbondioksidin yüksek
basıncı sebebiyle gaz halde bulunması gereken su sıvı hale geçiyor.
Dünya’nın yüzeyi büyük bir hızla soÄŸumaya baÅŸlıyor ve sıcaklık 20-30
derece arasına geliyor. Yüzey artık daha yoğun bir halde. Uzaydan çarpan
göktaşlarının kütlesine katkıda bulunmasından dolayı çekim kuvveti de
artıyor ve artık uzaya gazların kaçması engellenmiş oluyor. Buna rağmen
göktaÅŸları ve meteoritler Dünya’ya çarpmaya devam ediyor ve çeÅŸitli
elementleri uzaydan Dünya’ya taşımış oluyor. Magmanın soÄŸumasıyla
birlikte yüzeyde dev çukurlar oluşmaya başlıyor ve bu çukurlar da su ile
doluyor. Su dolmaya devam ettikçe Dünya’nın tamamını kaplamaya
başlıyor. Dünya artık sular altında.
Yüzeyin sular altında kalmasının canlılığın
oluÅŸumuna en büyük faydası, GüneÅŸ’ten gelen yüksek enerjili radyoaktif
ışınların su tarafından engellenmesi olmuştur. Yüksek radyoaktivite
kararlı yapıda olabilen kimyasalların oluşmasına engel olan en büyük
unsurlardan birisidir. Güneş ışınları en fazla 200 metre derinliğe
ulaşabilir. Biliyoruz ki canlılık bu derinlikte bir yerlerde volkanik
bacaların etrafında başlamıştır. Su elbette o dönemde saf bir halde
değildi. İçerisinde çeşitli kimyasal maddeler de bulunuyordu. Yaşamın
başlamasında büyük rol oynayacak olan organik moleküller de bu
kimyasalların birbirleri ile olan etkileşiminden oluşuyordu.
Okyanusların dibinde volkanlara benzeyen hidrotermal bacalar
bulunmaktadır. Bu bacaların ağız kısmının sıcaklığının 150 santigrat
dereceye kadar düştüğü bilinmektedir. Bu sıcaklıkların canlılığın
başlangıcındaki birçok tepkimenin hızlı bir biçimde gerçekleşebilmesine
izin verdiği bilim camiası tarafından ilan edilmiştir. Bacaları önemli
kılan şey içerisindeki mikro-odacık adı verilen kapsüllerdir. Bu
odacıkların yapısında pirit ve kalkopirit adı verilen kimyasallar,
birçok diğer kimyasal tepkimeyi hızlandırıcı diğer bir adı ile katalize
edici etkiye sahiptir. Bu odacıkların her birinde, farklı kimyasal
tepkimelerin oluşmasını sağlayabilecek sıcaklık, kimyasal değerler ve
basınç bulunmaktadır. Hidrotermal bacaların yaşamın başlangıcındaki
etkisinin ne kadar büyük olduğunu görebiliyoruz.Canlılığın Yapıtaşları
Kafaları karıştıran bir diğer husus ise, nasıl olur da cansız maddeler doğal süreçler içerisinde canlı bir maddeye dönüşebilir? İlk olarak canlı ve cansız kavramların tanımlarını bilmek gerekiyor. Klasik anlamda canlının tanımı oldukça basittir: Bilinçli hareket eden maddeler, şeklinde. Ancak teknik tanımdan çok uzak bir tanımdır bu.
Canlılık, çok basit cansız maddelerin bir
araya gelmesiyle ilk adımları atılmış bir varlık formudur. Bu formun
ayırt edici özelliği ise periyodik cetvelde tamamı cansız olan
kimyasalların belli başlı bir grubunu ve bu elementlerden oluşan
molekülleri, temel yapıtaşı olarak içeriyor olmasıdır.
Yaşamın en önemli molekülleri : Lipitler, Nükleik
Asitler, Şekerler ve Proteinler. Bu büyük polimer moleküllerin altında
birçok alt birim ve bunların farklı kombinasyonlarından oluşan birçok
kimyasal bulunmaktadır. Yağların oluşabilmesi için gliserol ve yağ
asitleri gerekmektedir. Nükleik asitler için nükleotit, fosfat grubu ve
şekerlerin bazıları bulunmalıdır. Proteinlerin oluşabilmesi için
aminoasit dediğimiz birimler gerekmektedir.Yağların en temel görevleri hücre zarlarının oluşumunu sağlamak ve hücre içi iletişimi sağlamaktır.
Nükleik asitler, belki de hepimizin bildiği
gibi ”yönetici moleküller” olarak da bilinmektedir. DNA ve RNA’nın
genel adıdır. Temel görevleri, genetik bilgilerin, yani bir canlının ne
olduğunun ve nasıl olduğunun bilgisinin kodlanması, iletimi ve bunların
uygun biyokimyasal ortam sağlandığında ifade edilmesidir. Yani nükleik
asitler, evrimsel süreç içerisinde var olurlarken, canlının diğer
moleküllerinin üretimi konusunda, özellikle proteinlerle işbirliği
içerisinde, karşılıklı olarak evrim geçirmiştir.
Proteinler, . Fazla çeşitlilikleri ile ve yüksek adaptasyon yetenekleri
ile belki de canlılık içerisindeki en önemli yapıtaşlarındandır.
Kısacası canlılığı sağlayan en önemli yapıtaşlarındandır. Hücrenin işçi
molekülleri olarak nitelendirilebilirler. Birçoğu başka kimyasal
tepkilerimi hızlandırıcı görevler alır, bazıları hücre içi ve dışı
iletimde görev alır, bazıları hücrenin bölünmesindeki hareketlerden
sorumludur. Tüm bunlara bağlı olarak doğal süreçler ile oluşabilirler.
Nükleik asitler ile olan ilişkileri sayesinde gerektiği zaman, gerektiği
kadar salgılanabilirler.
Şekerlerden bahsedelim son olarak da. Bütün
canlılarda ortak olarak tüketilen, enerji sağlayan moleküllerdir.
Monosakkaritler, disakkaritler ve polisakkaritler olarak
gruplandırılırlar. Oluşumlarındaki kimyasal bağlardan dolayı yüksek
enerijye sahiptirler ve parçalandıklarında bu bağ enerjisi, kimyasal
enerji olarak açığa çıkar ve biyolojik fonksiyonların sürdürülmesinde
kullanılır. Özellikle de bu enerjinin sürekli tüketimi halinde,
canlılığın varlığını koruyabildiğini görmekteyiz.
Kimyasal Evrim
Adımlardan ilkinin yağ moleküllerinin oluşumu olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü lipitler, günümüzdeki bütün canlıların hücrelerinin de zar yapısını oluşturan, koruyucu ve canlılığın oluşumuna zemin hazırlayıcı moleküllerdir. Lipitlerin oluşumu için öncü yapılar olan gliserol ve yağ asitlerinin de oluşmuş olması gerekiyor. Günümüz modern biyokimyası, bu yapıların okyanus bacaları içerisinde ve etrafında, tamamen doğal süreçler ile oluşabileceğini bizlere göstermektedir. Fischer-Tropsch tepkimesi adıyla bilinen bir dizi kimyasal tepkime, demir sülfür ve bakır sülfür kimyasallarından yola çıkarak, metan, CO2 ve hidrojen gazlarının katılımıyla yağ asitlerinin oluşumunun birinci basamağı olan karboksilin oluşabilmesini sağlamaktadır. Karboksil, bacaların civarında yüksek oranda bulunan metan gazıyla tepkimeye girerek yağ asitlerini oluşturur. Diğer bir yandan Cross-Canizzaro tepkimesi olarak bilinen bir diğer süreç dahilindeyse, 30 santigrat derece sıcakjlıkta, gliseraldehit ve formaldehit gibi okyanusta bolca bulunan, kimyasallar, sodyum hidroksitin etkisi altında gliserol diye bilinen ve yağların yapısına katılan çok önemli molekülleri oluşturabilmektedir. İşte bu iki tamamen doğal tepkime zinciri sonunda oluşan yağ asitleri ve gliseroller, bir araya gelerek lipit moleküllerini oluştururlar.
Yağlar, canlılığın evrimi için birincil
derece öneme sahiptir. Çünkü kimyasal yapılarından ötürü amfitatik
yapıdadırlar. Yani bu moleküllerin bir ucu suyu kendisine çekerken,
diğer ucu sudan kaçmaya çalışır. Bu zıt etkili kimyasal yapıdan doğan
etkileşim sonucu yağ molekülleri su içerisinde içi su dolu küresel
zırhlar oluştururlar. İşte zırh yapısı içerisinde sıkışan kimyasallar,
çevrelerinden izole hale gelmişlerdir. bunun en büyük getirisi, bu
zırhın içinin, dışarıya göre daha düzenli ve sakin olmasıdır. Üstelik
olası tepkimelerin gerçekleştiği hacmin küçük bir bölgeye
sıkıştırılması, kimyasal tepkimelerin gerçekleşme ihtimalini ve hızını
da arttırmaktadır. Bu yağ zırhlarına sıkışan kimyasallar, çok daha
yüksek hızlarda tepkimelere girebilir ve yeni, daha büyük, daha kararlı
yapılar üretebilirler.
Bu yağ zırhı içerisinde hapsolmuş, ilkin hücre-benzeri yapılara
günümüzde koaservat ya da ön hücre demekteyiz. Koaservat olarak
adlandırdığımız yapıların en temel özelliği, bünyelerinde meydana gelen
kimyasal tepkimeler sayesinde ürettikleri enerjiyi aktif olarak
kullanarak, fiziki bir düzensizlik terimi olan entropiye karşı koymak
için harcamalarıdır. Eğer bu tepkimeler bütünü, bir varlık içerisinde
görünüyorsa ona canlı deriz.
Elbette yalnızca bununla beraber ”canlı”
diyebilmemiz doğru olmaz. Gerekli olan bir diğer şey ise metabolizmadır.
Metabolizma dediğimiz şeyin temel amacı: Enerji üretimi ve tüketimidir.
Bu aktivite esnasında doğal süreçler ile, biyokimyasal tepkimeler
doğrultusunda enerji üretilir ve kullanılır. Canlı dediğimiz, özünde ve
esasında cansız olan bu yapılar, entropiye karşı durarak -enerji
harcayarak- karşı koyarlar. Bunu yapabilenlere ”canlı” diyebiliyoruz.
Canlı ile cansız arasındaki temel fark budur. Yeniden biraz daha geri
dönerek, koaservatlara geri dönelim.
Koaservatların evriminden sonraki süreç tam net bir şekilde
bilinmemektedir fakat bu çok da önemli değildir. Ancak eldeki veriler,
koaservat zırhlarının oluşumundan sonra, genetik materyalin oluştuğunu
göstermektedir. Genetik materyal dediÄŸimiz ÅŸeyler DNA ve RNA’dır. Bunlar
da dediÄŸimiz gibi ”cansız” maddelerden oluÅŸmaktadır.Genetik Materyalin OluÅŸum Süreci
Bu da çok merak edilen diÄŸer bir husustur. Bu süreçte iki zıt görüşü esas alacağız. Ä°lk görüşte, genetik materyalden önce, diÄŸer yapıların oluÅŸtuÄŸunu, sonrasında ise genlerin oluÅŸtuÄŸunu ileri süren ”Önce Metabolizma Hipotezi” yer alır. DiÄŸer bir görüşte ise, ilk önce genetik materyalin oluÅŸtuÄŸunu ve bu ÅŸekilde kimyasalların üretilebildiÄŸini öne süren ”Önce RNA Hipotezi” yer alır.
Birçok bilim insanı, genetik materyalin oluşumundaki en önemli evrenin ribozim -ribozom
değil dikkat edin- adı verilen enzimin, doğal süreçler içerisinde
oluşması olduğunu düşünmektedir. Ribozim dediğimiz yapı, ilkel RNA
molekülü formundadır. Yani bir nevi RNA’nın atasıdır. Ribozim, oto
katalizördür. Ne demek bu oto katalizör? Yani etrafındaki basit
moleküllerden faydalanarak kendisini çok hızlı bir şekilde eşleyebilir.
Diyeceğimiz o ki ribozim bir kere var olduktan sonra, kendisini hızlı
bir ÅŸekilde kopyalayarak okyanus derinlikleride ana genetik materyal
haline gelebilir. Bu eşleme sırasında meydana gelen hatalar sebebiyle
yapısal değişimler olursa, ribozimin bir süreden sonra bir RNA yapısına
dönüşmemesi imkansızdır. Sonrasında ise DNA’nın ortaya çıkmaması için
hiçbir neden yoktur.
Uzun yıllar boyunca RNA’nın yalnızca DNA’dan sentezlenebileceÄŸini,
dolayısıyla da RNA’dan DNA’nın asla sentezlenilmeyeceÄŸi düşünülüyordu ve
buna da Biyolojinin Merkezi Dogması
deniyordu. Ancak, daha sonra keşfedilen retrovirüslerin ana genetik
materyalinin RNA olduÄŸu, gerektiÄŸi zamanda RNA’dan DNA’yı
sentezleyebildikleri ortaya çıktı. Ek olarak, yapılan incelemelerde,
ribozimin varlığına ihtiyaç duyulmadan da öncelikle genetik materyalin
temellerini oluşturan nükleotit isimli moleküllerin, sonrasında ise
bunlar kullanılarak RNA’nın oluÅŸabileceÄŸini bizlere göstermektedir.
YaÄŸ zırhı içerisine sıkışan RNA’lar, zaman
diliminde DNA’yı oluÅŸturmuÅŸ ve böylece genetik oluÅŸumu baÅŸlatmış
olabilirler. Çünkü DNA, bir hücre içerisinde üretilecek kimyasalları
belirleyen moleküldür. Bu süreçten sonra daha öngörülemez olan
tepkimeler dizisi, düzene oturmuÅŸtur. Aynı zamanda DNA’yı üretebilen
koaservatlar, diğerlerine göre avantajlı konuma geçmişler ve kısa sürede
bu yapıdaki koaservatlardan çoğalan yeni yapılar, okyanus
derinliklerinin hakimi haline gelmişlerdir (moleküler evrim).
Aminoasitlerin ve Proteinlerin Evrimi
Genetik materyalin meydana gelmesinden bir süre sonra, bir diÄŸer hayat molekülü olan proteinlerin sentezi baÅŸlamıştır. Ancak proteinlerin DNA aracılığı ile sentezlenebilmesi için ilk olarak ortamda aminoasitlerin var olabilmesi gereklidir. Bunun nasıl olduÄŸunu tahmin edebiliyor olmalısınız, aminoasitlerin de doÄŸal süreçler ile var olabilecekleri ispatlanmıştır…
1850 yılında, Dr. Adolphe Strecker
tarafından bir deney yapılmıştır. Bu deneyde sonucunda asetaldehit,
amonyak ve hidrojen siyanit kullanılarak iki tane aminoasit, doğal
yollar sonucu üretilebilmiştir. Daha sonra ise Miller-Urey Deneyi adı
verilen deneyde, canlılığın yapısına katılan yirmi iki aminoasidin
tamamı doğal yollar ile üretilebilmiştir. Üstelik aynı deney içerisinde
yalnızca aminoasit değil, şekerler, nükleik asitler, gliserol gibi
canlılığın oluşumunu
saÄŸlayacak kimyasallar da sentezlenebilmiÅŸtir.
saÄŸlayacak kimyasallar da sentezlenebilmiÅŸtir.
Hâlâ günümüzde abiyogeneze yönelik güçlü veya elle tutulur bir yanlışlama yapılamamıştır. Abiyogenez doğanın bir kuralıdır, olmaması için hiçbir neden yoktur. Yapılan her deneyde de doğada gerekli koşullar çerçevesinde olabilmesi mümkün olduğu gösterilmiştir. Elbette her şeyi bilmiyoruz, daha aralanması gereken çok fazla perde var ancak bu abiyogenezin bir gerçek olduğunu değiştirmiyor. Bundan sonra keşfedilecek olan her şey, abiyogenez kuramının yönünü ya değiştirir ya da daha da fazla güçlendirir.
DoÄŸa insan zihninin çok daha ötesinde bir güce sahiptir. DoÄŸa, insanın ”olabilitesi çok çok düşük” olduÄŸunu düşündüğü ÅŸeyleri bile insan zihninden ayırarak gerçekleÅŸtirebilir. Unutmayın ki yaÅŸayabiliyorsak, doÄŸanın kurallarına uyduÄŸumuz için bunu baÅŸarabiliyoruzdur. Aksi yönden doÄŸaya karşı yapılan her tehdit, bizim anbean sonumuzun göstergesidir.
Abiyogenez konusunda yeni bir hipotez,
Gezegenler arası canlılığın transferinin asteroidler yoluyla olduğu yönünde yaygın bir görüş var. ancak yeni bir çalışma gezegenler arası tozun buna neden olmuş olabileceğini söylüyor. Uzayda saniyede 70 km hızla giden toz, atmosfere ulaşıp oradaki parçacıklara çarptığında onların uzayda belirli biz hızda sürüklenmesine neden oluyor. Bu parçacıkların bazıları yaşayan organizmalar barındırıyor ve başka gezegenlere ulaştıklarında oradaki yaşamın kaynağı olabiliyorlar.Cambridge Üniversitesinde olabilirliği ispatlanmış olan teoridir.bkz[3][4]
kaynaklar,
1.https://sanatsalcehalet.wordpress.com/2017/09/30/abiyogenez-ve-biyogenez-uzerine/
2.http://www.bbc.com/news/uk-scotland-edinburgh-east-fife-42051252
3.https://www.nature.com/articles/nchem.2202#abstract
4. https://evrimagaci.org/photo/tr/dunyada-yasamin-nasil-basladigi-bilmecesi-cozulmus-olabilir
5.Video-Martin Hanczyc-Tedx Talks